Aylık arşivler: Aralık 2012

Clementine ve şimdiki zamanda çocuk olmak

Clémentine’i neden o kadar sevdiğimi hiçbir zaman bilemedim. Ama TRT’de gösterilirken bir kez bile kaçırmadım. Hafta geçip yeni bölüm yayınlansın derken büyüdüm bir dönem. Allah’tan o zamanlar henüz kimse cinsellik dışında çocukların ne seyredip ne seyretmeyeceği konusunda sürekli ukalalık edip durmuyordu.

Bu son cümleyi Clémentine’i 1980‘lerde çocuk olan Türkiyelilerin halet-i ruhiyelerindeki bozuklukların sebebi olarak gösteren sözüm ona esprili eleştiriler yüzünden söylüyorum. Hemen söyleyeyim halet-i ruhiyemizdeki karanlık noktaların çok daha acımasız sebepleri vardı. Mesela, taşrada biz çocuklar jandarma gölgesinde büyüdük, evlerin aranıp kitapların bahçelerde yakıldığı günler gördük. Televizyon ebeveynlerimizin bizi avutabilmek için bulduğu tek yoldu. Ve emin olun 1980′ler Türkiye’sinde hiç eğlenceli değildi. Bize sürekli ne yapmamız gerektiğini söyleyen; “Ofis’te (Toprak Mahsulleri Ofisi) mercimek birikmiş, mercimek yiyin”, “Defne Abla’nız gibi yıkayın ellerinizi”, “fiş alın”, “aşılanın” diye sürekli emir yağdırıp duruyordu.

Clémentine bir Fransız-Japon ortak yapımıydı. Serinin yaratıcısı Bruno-René Huchez çocukluğunda geçirdiği uzun bir hastalık döneminin anılarından yola çıkarak kurgulamıştı öyküyü. Clémentine’in maceralarında en az Ten Ten’deki kadar mevcuttu sömürgeci Batı’nın fantazi dünyası. Ama bizler o zamanlar sömürgeciliğin ne demek olduğunu bilmiyorduk. Bilseydik, ama sahiden bilseydik, sözüm ona “bağımsız” ve güya “demokratik hukuk devleti” olan memleketimizde neler olup bittiğini de daha iyi anlayabilirdik belki.

Hepi topu 39 bölüm süren çizgi dizide 10 yaşında, tekerlekli sandalyeye mahkum bir kız çocuğunun korkuyla başlayıp iyi haberlerle biten rüyaları anlatılıyordu. Yemin ederim biz de korkuyorduk yaşadığımız dünyadan ve iyi haberler bekliyorduk gelecekten.

Clémentine, ünlü bir savaş pilotu olan babası Alex Dumat’yla birlikte geçirdiği bir uçak kazasında kaybetmişti yürüme yetisini. Bir ihmal, bir görünmez kaza… Biz de yaralanıyorduk o esnada, babalarımızın bir darbe sonrası kendilerini onarmaya çalışırken bir savunma mekanizması olarak geliştirdikleri ihmalkarlıkla. Bir çarpışmanın çocuklarıydık biz. Biliyorduk gizliden gizliye. Kimi kelimelerin yasaklanmış olması, evlerde gizli saklı konuşulan ve dışarıya çıkmasından korkulan bütün o hayat-memat meseleleri… Damgalanmıştık. Babalarımızın ve annelerimizin kanatları kırılmıştı belki, bize reva görülen ise külliyen kanatsızlıktı. Daralıyorduk. Sokaklarda oynamak serbestti, hâlâ bağlar, bahçeler vardı etrafta, televizyon seyrediyor, çikolata yiyorduk, ama bir şeyler eksikti, adını koymasak bile eksikliğini hissediyorduk.

Clémentine, Malmoth denilen ateşten mürekkep bir şeytanla savaşıyordu düşsel yolculuklarında. Bir yandan seyahat ediyor, masal kahramanlarıyla tanışıyor ve böylece sahip olduğu “engel”i unutuyordu, diğer yandan büyümeye uğraşıyordu.

Kocaman, şeffaf bir küre içinde, en kötü, en içinden çıkılmaz zamanlarda çıkıp geliveren Héméra yardım ediyordu ona. Birlikte hayatın anlamını keşfediyorlardı. Hayatta olmayan annesinin yerini tutuyordu Clémentine’in evreninde Héméra. Güzel, mütevazı, merhametli bir kadındı. Kardeşi Petit Boy ve kedisi Hélice de etraftaydı hep.

Wikipedia’dan öğrendim Clémentine’in bir tek Türkiye’de bu kadar popüler olduğunu. İngilizce’ye, Arapça’ya, İspanyolca ve Çince’ye çevrilmiş. ABD’de kimse hatırlamıyormuş bile. Bana tesadüfmüş gibi gelmedi.

Kerem Sanatel’in birkaç hafta önce Hollywood’un çocukları neden korkuttuğu sorusuna cevap verdiği yazıyı okuyunca biraz anlar gibi oldum neden Clémentine’le bu kadar iyi anlaştığımızı. Diyordu ki Sanatel: “Korku, büyümenin bir parçası ve şartı olarak meydan okunması ve aşılması gereken en önemli engellerden biridir. Mülayim korku olarak adlandırabileceğimiz öğelerle donatılmış aile filmleri ise, bu meydan okumayı kolaylaştıran en güvenli ve yaratıcı araçlardan sayılabilir.”

Korkuyorduk biz de. İçinde yaşadığımız dünya, ülke, ailelerimiz güven vermiyordu bize. Clémentine, ihtiyaç duyduğumuz kudretin damarlarımızda akan kanda, hatta bacaklarımızda, tekmelerimizde, ellerimizde, yumruklarımızda değil düşlerimizde olabileceğini söylüyordu.

Daha bakmadım ama bir gözden geçireceğim; şimdiki zamanda çocukların izlediği korkulu çizgi filmler, onların nelerden korktuklarını, kendilerini nelerle baş etmek zorunda hissettiklerini öğrenmenin bir yolu olabilir. Gözüme takılan birkaç şey, herşeye rağmen 1980′lerde çocuk olmanın bugün çocuk olmaktan çok daha kolay olduğunu düşünmeme neden oldu bile.

Bizim kâbuslarımız bu kadar teknolojik, bu kadar karmaşık, bu kadar hızlı ve bu kadar metalik değildi. Bütün bunlarla baş etmek için zamane çocuklarının geliştirmesi gereken savunma mekanizmalarının maliyetini ise düşünmeye bile cesaret edemiyorum.